Adakta, adanan ibâdet o anda veya gelecekte yapılması farz olan bir ibâdet olmamalıdır. Meselâ "Şu işim olursa öğle namazını veya yatsı namazını kılacağım!..", yahut "Ramazan'da oruç tutacağım.", veya zengin olduğu halde "Kurban bayramında kurban keseceğim." gibi adaklar sahih değildir. Çünkü bu gibi ibâdetler zaten farz veya vâcip ibâdetler olup, yerine getirilmesi gereken ibâdetlerdir. Buna göre bu tür adaklar geçerli değildir.
Şarta bağlı olan adaklar:
Bunlara ıstılâhî olarak "Muallak Adaklar" denir. Muallak adaklar ikiye ayrılır: Bazı hususların gerçekleşmesine ve yapılmasına bağlanan adaklar. Meselâ "Hastalığım geçer ve iyileşirsem şu kadar oruç tutacağım." veya "Şu kadar kurban keseceğim." şeklinde yapılan adak gibi.
Bu hastalığı geçerse (yani adaktaki şart gerçekleşirse) bu ibâdeti derhal yerine getirmek gerekir. Böyle bir adağı daha sonra yapmak her ne kadar câiz ise de, hemen yerine getirilmesi daha sevaptır.
Allah Teâlâ'ya ibâdet maksadıyla, mükellef olmadığı halde mübah olan bir işi yapmayı kararlaştırmak, kişinin öyle bir ameli kendisine vâcip kılması ve bunu yapacağına dair Allah'a söz vermesi.
Allah rızası için yapılan adaklar Allah katında geçerlidir. Yalnız Allah'ın rızası gözetilirse böyle bir ibâdetten sevap elde edilir. Sırf Allah rızası için oruç tutmak, sadaka vermek, Kur'an okumak namaz kılmak gibi. Ancak sırf dünyevî bir maksat uğruna yapılan adaklar geçerli değildir. "Falan bir işim olursa şu kadar oruç tutacağım.", veya şu kadar sadaka vereceğim demek gibi. Buna benzer dünyaya yönelik isteklerin olması halinde yapılan adaklarda sırf dünyevî bir arzu taşıdığından ibâdetlerde aranan ihlâs* ve Allah rızası özelliği kaybolmuş oluyor. Aslında böyle bir adak Allah'ın takdirini değiştirmez. Mukadder ne ise o olur. Fakat her ne olursa olsun "Falan işim olsun, şöyle böyle oruç tutacağım, sadaka vereceğim..." gibi adakları yaptıktan sonra mutlaka yerine getirmek vâcip olur.
Allah'ın rızasını ve yardımını istemek maksadıyla yapılan bu ibâdet genellikle bütün semâvî dinlerde vardır. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Meryem ile ilgili olarak anlatılan kıssada annesinin şöyle dediği ve adakta bulunduğu ifade edilmektedir:
"Hani İmran'ın karısı şöyle demişti: 'Rabbim, karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul buyur Allah'ım sen her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilensin.'" (Âl-i İmrân, 3/35).
Ve yine Hz. Meryem'e şöyle hitab edilmişti:
"İnsanlardan birini görürsen 'Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım, bugün kimseyle konuşmayacağım.' de." (Meryem, 19/26).
Yalnız Semâvî dinlerde değil, kısmen semâvî din özelliği ve kalıntıları taşıyan bazı toplum ve dinlerde de adak inancına rastlanmaktadır. Yahudi ve Hristiyanların yanısıra eski Çin, Türk ve Arap toplumlarında adakların yapıldığı bilinmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de adak ile ilgili olarak bazı hususlar zikredilmişse de bu konuda herhangi bir emir veya nehiy mevcut değildir. Fakat ileride de ele alınacağı gibi adaklar yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir.
Bazı hadislerde Rasûlullah (s.a.s.), yapıldıktan sonra Allah'a itaat kabilinden olan adakların yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, XII, 226 vd.) Adağın Hz. Peygamber tarafından yasaklandığını ileri sürenler olmuşsa da, bu adaklar insanı kaderden müstağni kılmaya sürükleyen anlayışlara dayalı olan adaklardır. Çünkü yapıldıktan sonra mutlaka yerine getirilmesi kesin olarak emredildiğine ve bu konuda gayet açık hükümler bulunduğuna göre, yasaklanmış bir hususun yapıldıktan sonra yerine getirilmesi isteniyorsa bu yasak ne ile izah edilebilir?
Adak, yemin kefâretinde olduğu gibi yerine getirilmesi kişinin İslâmî hükümlere olan sadakatine bağlıdır. Böyle bir adağı yaptıktan sonra onu yapmaması halinde İslâm devleti yetkilileri ibâdeti ihmal ettiğinden dolayı onu bu konuda zorlayamazlar. Ancak Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de "Nezirlerini edâ etsinler." (el-Hacc, 22/29)buyurmaktadır.